Monday, 10 July 2023
Yazının isim annesi, son derece iyi eğitim almış, çok değerli bilim insanı bir ebeveyn tarafından yetiştirilmiş, beyni ve ruhu ışıl ışıl bir genç arkadaşım… Çok okuyan, düşünen, sorgulayan; sanatsal aktiviteleri hiç kaçırmayan bir entelektüel… Sohbet ediyorduk; trajik bir itirafta bulundu:”Daha fazla okumaktan, kendimi geliştirmekten korkuyorum, zira çevremden daha da uzaklaştığımı ve yalnızlaştığımı hissediyorum” Açıkçası bu samimi itiraf şaşırtmadı beni fazla…
Ortaokulda ve lisede aynı sınıfta okuduğum bir arkadaşım vardı. Mimar oldu, akademisyenliğe yöneldi… Amerika’da, Avustralya’da, Kanada’da, dünyanın birçok önde gelen üniversitelerinde ders verdi… Yıllar sonra karşılaştık… Ailevi sorunlardan ötürü Türkiye’ye dönmek zorunda kalmış… Benzer bir itirafı da ondan duymuştum… Şöyle demişti:”Dünyanın her tarafında sadece CV mi göstermek iyi bir iş bulmam için yetmiş ve artmıştı. Türkiye’ye geldim, artık CV’ mi saklıyorum. Zira kariyerim ne yazık ki istikbalimi engelliyor Türkiye’de.” Çok acı bir itiraftır bu; “CV saklamak.” Neden saklar insan CV’ sini? Kariyerindeki başarıları neden gizleme gereği duyar? Ya da neden, kişi kendisini geliştirdikçe yalnızlaştığını hisseder?
Değişen ama gelişmeyen, ambalajı cafcaflı ama entelektüel açıdan sığ toplumların karakteristiğidir bu “aydın yalnızlığı” Bilimin, sanatın, kitapların prim yapmadığı, farklı düşüncelerin yaşama şansı bulamadığı toplumlarda ezilir aydın… Aydın yabancılaşır… Ve karamsarlaşır aydın…
Türkiye’de toplumdan uzaklaşma içinde aydın… Kendini izole etme eğiliminde… Olanağı olan, yabancı bir ülkede yaşamayı hayal ediyor. Ya da en basitinden bir sahil kasabasına kapağı atmak süslüyor hayalleri. Kendisi, ailesi ve belki birkaç dost… Platon’un, Thomas More’un uslarında canlandırdıkları ütopyayı kendi hayatlarında kurmaya çabalıyor aydın… Ve bunun adı “seçilmiş yalnızlık”
Tıka basa dolu bir stadyumun tribünlerinde otururken hissedilen yalnızlıktan farksız bu “seçilmiş yalnızlık…” Nüfusu 85 milyona ulaşmış bir ülkede, kişinin, yakın dostları arasına katacağı insan sayısının ne kadar az olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmesidir bu duygu… Eğitimsizliğin prim yaptığı, taassubun hakim olduğu, niteliğin niceliğe kurban edildiği bir toplumsal düzende yaşamak zordur aydın için… Okur aydın… Öğrenir… Sorgular… Ama paylaşamaz, tartışamaz… Öğrendiklerini aktaracağı kimse bulamaz çevresinde… Felsefe okur, sanat okur… Anlatır, ama dinleyen yoktur… Gösterir ama bakan olmaz…
“Circle in a square” diyor yabancılar… Kare içindeki daire… Toplum kendi şeklini almasını ister herkesin… Kendisine benzemeyeni eleştirir… Ama kıyafetini, ama yaşam biçimini, ama alışkanlıklarını… Oysa ki aydın karenin içinde daire olmak zorundadır… Farklı olmak zorundadır… Aydın başkaldırır, dogma yıkar… Aydın, kutup yıldızıdır yol gösterir… Rahmetli Arman Kırım’ın metaforuyla; “mor inek”tir (olmak zorundadır) aydın…
Aydınlanma sürecini yaşamayan toplumların hormonlu gelişmişliğinde “anlaşılamamak” yazılmıştır aydının kaderinde… Anlaşılamamanın doğal sonucu olarak da ”öteki”leşmek, dışlanmak… Rabelais’nin kitabındaki Penurge’ün koyunları gibi hareket etmesini bekler toplum bireyin… Ama aydın, İkarus’tur… Özgürlüğe kanat çırpar… İşte aydının kabuğuna çekilmesi, İkarus’un balmumundan kanatlarını koruma çabasıdır aslında…
Evrensel değerlere yabancı bir toplumda aydın olmak Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzer biraz… Kendi doğrularınızla baş başa kalırsınız… Cam fanusun içinde korumak zorunda kalırsınız erdemlerinizi… Her an bir tehlike bekler sizi gündelik hayatta… Aydın azınlık uzaklaştıkça üzerine gelir adeta çoğunluk… Siz ne kadar başkalarının haklarına saygılı davranmaya çabalasanız da… Medeni insanlar gibi yaya geçidinden geçerken kırmızıda durmayan bir “canlı” gelir çarpar örneğin size… Örneğin uygar bir biçimde sıranızı beklerken gelir bir “uyanık” geçer önünüze… Aydın “enayi” yerine konduğunu hisseder kendisinin…
Sadece kendisi için değil sevdikleri için de kaygılanır aydın… Ailesini kuşatma içinde hisseder… Nasıl hissetmesin? Üzerine titrediği çocuğunun okulda arkadaşlarından öğrendiği küfürleri işittiğinde endişelenir aydın… Oğlu, kızı eve biraz geç kalsa, hemen gazetelerin manşetlerini anımsar, yüreği ağzına gelir aydının… Evladını yetiştirirken aşılamaya çalıştığı erdemlerin nasıl erozyona uğradığını görür ve öğüt verirken yutkunur aydın… Olması gereken ile “olan”, yapılması gereken ile “yapılan” ikilemi arasına sıkışır kalır… En iyi eğitimi almasını sağladığı, yüksek lisansını hatta doktorasını tamamlamış çocuğunun iş bulamaması gerçeğiyle yüz yüze gelir, doğrularını sorgulamaya başlar… Sığlığın, eğitimsizliğin, sıradanlığın prim yaptığını görür, kendisini eleştirmeye başlar…
Aydın ışığını yaymalıdır… Tamam, iyi, güzel de… Kime, neyi ve nasıl anlatacak? Neden gazetelerin üçüncü sayfaları son yıllarda “uyardı canından oldu” haberlerinden geçilmiyor? Aydınına sahip çıkıyor mu toplum? Herkes futbol konuşurken “Sokrates’in Savunması”nı kime anlatacaksınız? Herkes evlilik programlarına kilitlenmişken tarihi bir belgeseli kiminle paylaşacaksınız? Toplum “bırak beni, uyumak istiyorum” diyorsa, dürtüldüğünde dişini gösteriyorsa, kimi nasıl uyandıracaksınız? Ve… Aydın yalnızlaşmışsa, ötelenmişse; aydınlanması mümkün müdür toplumun?
Dünyanın her yerinde eğitimsiz, aydınlanamamış kitleler ezilir… Çaresizlik içindedir, sesini çıkartamaz… Bize gelince, paradoksal bir biçimde farklıdır bu denge… Bizde aydın ezilir… Aydın çaresizdir, aydın baskı altındadır… Tek kurtuluştur yalnızlığı seçmek belki de aydın için… İçi boş birlikteliklerdense “anlamlı bir yalnızlık” daha çok besler ruhunu aydının… Hatta daha mutlu, daha huzurlu bile hisseder kendisini yalnızken… Ard arda sıralanmış, hepsi birbirinin aynısı, hiç boşluğu olmayan satırlar, paragraflar arasında; özgürce nefes alabileceği, öznel doğrularını yaşayabileceği bir "parantez" açmak düşer aydına... “Seçilmiş yalnızlık” tır işte bunun adı…